Hepimizin hayatındaki kız çocuğu

Hepimizin hayatında bir kız çocuğu var aslında. Annemiz.. Onu hep yetişkin biri olarak tanıdık, ama o da zamanında küçük bir kız çocuğuydu. Neler yaşadı, ne hayaller kurdu?.. Hepimizin yanında koca bir ansiklopedi var ya da vardı. Annesini tanımak kısmet olmayanların da hayallerinde…

Dünya kız çocukları günü kutlanırken, elbette asıl konu ayrımcılık ve kadının önce çocuk sonra yetişkin olarak mağduriyetlerinin önlenmesiydi.

TUİK Aile Yapısı Araştırması’nda, “kadının toplumdaki yeri evde çocuk bakmak ve ev işleri yapmak mıdır, ne diyorsunuz?” diye sormuşlar. Kadınların %64.7, erkeklerin %60.7’si “evet, katılıyorum” demiş. Aslında pek çoğumuz bunu bir yaşam tarzı olarak benisemiş görünüyoruz. Asıl sorun, bu kesimin bir şekilde diğer %35-40 ile bir araya gelmesiyle patlak veriyor olabilir mi? Muhtemelen o kadar basit değil.

Aynı ankette, geriye kalan kadınların %14’ü ve erkeklerin %12’si “kadının dışarıda çalışması gelenek ve göreneklerimize aykırıdır” demiş. Görünen o ki sorun genel aile tanımından bağımsız değil.

Daha küçük bir kız çocuğuyken bu gelenek ve göreneğe göre yetiştirilen kadın dünyayı öyle görüyor. Erkek de aslında aynı durumda, bir anlamda bu role zorlanıyor. Bu konuda aynı düşünen kadın ve erkeğin bir araya geldiği evlilikler sorunsuz değil. Hayat ve insanı iki ana başlık altına sığdırmak mümkün değil. Geleneklerle böyle gelmiş diye böyle gitmiyor. Mızrak çuvala sığmıyor.

Kadının yeri evidir ve o iş kutsaldır diyen gelenekler, bunun hakkını vermeye yetmiyor. Böyle bir iş bölümü ile hayat müşterekse, hangi erkek maaşının yarısını karısının hesabına aktarıyor? Tabii bu öğretilmiyor. Zora gelen erkek, evinde canla başla işini yapan kadına bazen kaşık düşmanı diyebiliyor. Öte yandan, evine ekmek getirmekte zorlanan babanın  iç dünyası da o kadar kolay değil. Oğluna pantalon alamayınca canına kıyarken, bu ayrımcı gelenekler onu kurtarmıyor.

Asıl ilginç olanı, “çalışma ortamı kadınlar için güvenli değildir” diyen kadınların %9,5, erkeklerin %16,5’luk bir oran teşkil etmesi. Neden acaba diye çevremize bakıp sorduğumuzda gülüşmeler yükseliyor. Aslında konu kendi öz güvenimizle ilgili gibi görünüyor. Kendine güveni olmayan insan, diğerine de güvenemiyor. 

İşin özü aslında ayrımcılıkta yatıyor. Bir özelliği bir başka özellikle eşleştirmeye başladığımızda, ayrımcılık alıp başını gidiyor. 

Adamakıllı sözü mesela, iyi olan şeylere erkek cinsiyeti vererek gelmişiz bugünlere.. Bilim adamı demişiz sonra.. Kadınlara bile! Zira normali erkek olması, kadın olunca istisnai bir durum diye düşünülmüş. Hatta düşünülmemiş. Kadın güçlüyse erkek fatma, erkek kibarsa karı kılıklı…

Bir de görünmeyen şiddet var. Kadına şiddet uygulanmasına karşı olan; kızını erken evlendirmeyen, karısına el kaldırmayan, cennet anaların ayakları altında sözünü diline dolayan erkekler… Birine küfür ederken ana avrat düz gitmeyi hiç yadırgamıyorlar. Bir başka erkeğe kızdıklarında, onun hayatındaki kadınlara saldırıyorlar. Bir anlamda kadın erkeğin malıdır, bir diğer anlamda erkek dokunulmazdır diyorlar.

Bir kere ayırınca, her şey hak görülüyor. 

Mandela başkan seçildiğinde, karısıyla arasındaki kavga ayrımcılık hakkında bilgece düşünmeyi öğretiyor. Karısı yılların yarattığı haklı öfkeyle beyazlara karşı şiddete ılımlı bakarken, Mandela ayrımcılığa toptan karşı çıkıyor. Beyazın siyaha yaptığının karşılığı, siyahın aynısını ona yapması değildir diyor. Ayrımcılığın karşılığı herkesi kucaklamaktır…

“Karıncayı bile incitmem deme! Bile’den incinir karınca. Söz söylemek irfan ister, anlamak insan.” demiş ya Fuzuli… Herkes kendi biyolojisini yaşama hakkına sahiptir. Karınca karınca olarak, insan insan olarak… Kendi Allah vergisi haliyle…

Çeşitlilik bir ölçü birimi değil. Yaradanın bahşettiği zenginlik..

Sevgiyle kalın.

21 Ekim 2019
yuksel_cilingir