Bir-iki-üç, tıp!

Her şey istediğimiz gibi oluversin istiyoruz. Tıpkı tıp oyununda olduğu gibi. Onlar da olmamak için inat ediyorlar. Özellikle bugünlerde.

İngiltere başbakanı bize bir şey olmaz dedi, ama dinletemedi. Korona geldi ona bulaştı. Amerika’nın dünyaya meydan okuyan lideri, bizim önceliklerimiz başka demeye çalıştı, onu da dinlemedi. Ülke hastalıktan kırılıyor. Çin, istatistiklerimiz doğrudur, biz bu defteri kapattık dedi. Ama şimdi Wuhan şehrindeki ölüm vaka sayısını %50 artırdığını görüyoruz.

Bizde de.. Bir iki üç tıp, sokağa çıkmak yasak dedi yöneticilerimiz, ama söz geçiremediler. Biraz insanların zorunlu ihtiyaçları olmasından, biraz ortada kalma korkusundan, biraz başka nedenlerden… Sonuçta, deyince oluvermedi. 

Yaşananlar, insanlığa adeta işlerin eskisi gibi yürümediğini gösteriyor. Her kesime…

Nereden geliyor bu direniş?

Uzmanlar, bebeklik döneminde hepimizin birer narsist olduğunu söylüyor. Narsisizm, ya da öz Türkçe deyimiyle özseverlik, kişinin kendisine tapması olarak tanımlanıyor. Her şeyin merkezinde olması.. Öyle ya, bebekken gak deyince sütümüz geliyor, guk deyince altımız temizleniyordu. Koca koca insanlar ilgimizi çekmek için etrafımızda şaklabanlık yapmaktaydı.

Annemizin karnındayken başladı her şey, hayat ne güzeldi aslında. Ağzımızda, pardon göbeğimizde bir hortumla 24 saat yemek servisi. Deyim yerindeyse, ye-iç-yat.. 

Sonra ilk travmamızı yaşıyoruz. Aman tanrım!. Nefes al, karnın acıksın, yemek iste, gaz çıkar… Neyse ki etrafımızda pervane gibi dönen birileri var. Ağlamayana meme yok kuralını öğreniyoruz, gerisi kolay..  

Derken bunlar yavaş yavaş karşılıksız olmamaya başlıyor tabii. Geldiğimiz yerin meğer kuralları varmış, onu öğreniyoruz. Nerede nasıl davranacağımız belirlenmiş. Anamızın karnındaki ve bebeklik dönemindeki gibi tek taraflı değil yani… Almak için vermek gerekiyor. Ya da eyvallah etmek..

Sonrası işte eski güzel günlerin hasreti ve zorunlu askerlik diyebileceğimiz toplum hayatı arasında geçiyor. Bazen gel-gitlerle, bazen buna denge gözüyle bakarak.. 

O nedenle bazılarımız daha bir makam peşinde koşuyor diyor uzmanlar. Dünya olmasa da en azından bir şeyler etrafımda dönsün, fena mı diyor. Ama hayatın da gerçekleri var. Konforunun devamı için bir otoriteye eyvallah etmek, yaralandığında gocunmamak gibi…

Ya da şöhret tutkusu.. Hele şimdi sosyal medyada.. Bir gazeteci arkadaşımın dediği gibi; artık herkesin kendi medyası var. Görüneyim de nasıl olursa olsun, yeter ki insanlar bana baksın diyene tam bir nimet…

Ama hayat, en azından dünyevi hayat, ceninin rahme düşmesiyle beynimizin durmasına kadar her anın kendi içinde anlamı olan bir süreç. Habire anne karnındaki rahata ve bebeklikteki ilgiye hasret yaşamak yerine, her anı öğrenerek değerlendirmek gerekiyor.

Bu kolay mı? Değil elbet. İçimize işleyen bir şeyleri değiştirmek kolay mı? 

Bursa’nın zincirli çınarı gibi.. Zamanında kurban derisi yüzmek için asılan ve yıllarca yerinde kaldığı için ağacın içine işleyen zincir gibi. Yerinden çıkarmak için yontulması gerekiyor. Ama öz suyumuzun yolunu açmanın başka çaresi yok. Özümüze giden yolu, hepimizin insan olduğu gerçeğini hatırlama yolu.. Tüm kainatı.. Bir parçası olduğumuz devinimi…

Hangi parça olduğunun önemi yok. Yönetici mi olacaksın, empati duygun olacak ki hayatın içindeki her şeyi kucaklayabilesin. Bilim insanı mı olacaksın, olanı bilecek, ama sorgulayacaksın ki hayatı hep beraber daha fazla anlayabilelim. Gazeteci mi olacaksın, doğru haber yazacaksın ki hayatla beraber akalım. Sanatçı mı olacaksın, özgün bir şeyler üreteceksin ki keşfimiz zenginleşsin… Ve eleştiriye açık olacaksın, zira herkesi etkiliyorsun. 

Hele mesele bir virüsle mücadele etmek – ya da doğru ifadeyle bağışıklık kazanıp birlikte yaşamayı öğrenmek – ise, bir iki üç’e gerek yok, tıp bilimi diyeceksin ki o hedefe bir an önce ulaşabilelim.

Velhasıl, hepimizi farklı düşünmeye zorlayan bir dönemden geçiyoruz. Bu fırsatı kaçırmamalı…  

Sevgiyle kalın.

17 Nisan 2020
yuksel_cilingir