İnsan ne zaman kendisiyle baş başa kalır? Başını yastığa koyduğunda? Ya da öyle boş boş otururken? Ama kendi dursa zihni durmuyor. Bugün ne oldu, dün ne yaşandı?.. Haftalar, aylar öncesi… Her şey bir potada eriyor. Ya da erimiyor belki, inatla suyun üzerinde yüzüp duruyor. Ben buradayım diyor.
Başımızı yastığa koyunca hemen uyumak neredeyse marifet. Biz uyusak rüyalarımız uyumuyor. Adeta paralel bir evrene giriyoruz. Kendine has bir dili var rüyaların. Bazen günlük hayatımızdan kişileri ve olayları görüyoruz. Onları anlamak nispeten kolay. Ama bazen gördüklerimiz bilinen rollerden, zamanlardan, yerlerden bağımsız. İşte o zaman bocalıyoruz.
Ingmar Bergman’ın Yaban Çilekleri filmindeki ilk rüya sahnesinde Profesör Borg’u sanki bir korku filminin içindeymiş gibi görüyoruz. Rüya sahneleri onun ölüm korkusunu ve pişmanlıklarından kurtulma isteğini vurguluyor. Rüyada yaşananlar gerçeküstü mü yoksa profesörün asıl gerçeği mi diye düşünüyor insan. Filmdeki metaforlar günlük hayatta karşılaştıklarımızdan farklı, ancak profesörün iç dünyasını bize adeta bambaşka bir dille anlatıyor.
Profesör Borg kendisini boş bir sokakta yürürken görüyor rüyasında. Duvardaki sokak saatinde akrep ve yelkovan yerine gözler var. Daha sonra, neredeyse yüzü olmayan bir adam ortaya çıkıyor. Sanki kim olduğu sürekli peşinden koştuğumuz akreple yelkovan tarafından belirlenen birisi. Ama belli ki artık onlar da anlamını yitirmiş. Tam da profesörün kendi adına düzenlenen bir törende onur belgesi almaya gidecegi günün arefesinde.
Derken bir beşik gıcırtısı duyuluyor. Atlı bir cenaze arabasından sallanarak düşen tabutu görünce sesin nereden geldiğini anlıyoruz. Tabut aslında bizi sonraki hayata taşıyan bir beşik mi? Biz bunları düşünürken tabutun içinden bir el çıkıyor ve profesörü kendine doğru çekiyor. Anlıyoruz ki tabutta yatan kişi aslında profesörün kendisi. Jung’un deyimiyle gölgesi ortaya çıkıyor. Yoksa bu bir yüzleşme mi?
Profesör her şeyi bildiğini sanan, biraz da dümdüz yasamış birisi aslında. Başka bir rüya sahnesinde, kardeşiyle evlenen çocukluk aşkı Sara elindeki aynayı onun yüzüne tutuyor ve şöyle diyor: “O kadar çok şey biliyorsun, ve hiçbir şey bilmiyorsun”… Aslında tam da modern toplumun en büyük yanılsaması; her şeyi bildiğimizi sanmak.
Yaban Çilekleri filminde rüyalar hikayenin özünü oluşturuyor. Profesör Borg, ödül törenine giderken uzun araba yolculuğu sırasında gerek uyuklayarak, gerek dalıp giderek iki dünyayı bir arada yaşıyor. Her şey gerçek ve gerçeküstü dünya bir araya geldiğinde bütünsel bir anlam kazanıyor.
Hayatın içinde görmediklerimizi rüyalarımız gösteriyor bize. Farkındalığın bir parçası orada yaşananlar. Profesör Borg’a da ayna oluyor. Güzel olan, insanın hayatla hesaplaşmak yerine kendisiyle yüzleşiyor olması. Zira işin içine hesaplaşma girince suçlamalar başlıyor. Hayat kurban olmakla kahraman olmak arasında sıkışıp kalıyor.
Ne diyordu Sezen Aksu?
“O kadar yandı ki canım, sonunda karşıdan baktım
Ne göreyim? Kendime yıldızlardan daha uzaktım”
Sevgiyle kalın.